Okul Sevgili anne-babalar!

Çocuğunuzun bu yeni moda, rahat ders ortamında, yeterince bilgilenip bilgilenmediğini kendinize soruyorsaniz, stern dergisi muhabiri Catrin Boldebuck, bu konuda içinizi rahatlata bilir.

Okulun ilk günü çok zorlandım. Çünkü kendimi bir kere bir kaç eder gibi temel bilgilere, biraz resim yapmaya ve şarkı söylemeye hazırlamıştım. Bu benim mükemmel bir okulda, yani Dortmund‘taki Kleine Kielstraße İlkokulu‘nda yapacağım ilk röportajdı. Birinci sınıf öğrencilerinin yanına girdim ve doğrusu hiç bir şey anlamadım.

Bayan öğretmen sınıfta oturuyor ve çocuklar peyderpey sınıfa geliyor, sınıfın içine geniş aralıklarla yerleştirilmiş olan sıralara oturuyor, kimisi bir parça kâğıt ve boya kalemini çıkarıyor ve öğretmen söylemeden bir şeyler yazmaya başlıyordu. Bir erkek çocuk, tek kelime etmeden eline kestaneyi alarak deliyor ve bundan hayvan yapıyordu. Bir başka erkek çocuk ise, eline kitabını alıp, sınıfın bir köşesindeki kanepeye yerleşiyordu. Saat sekizi çeyrek geçeye doğru, nihayet çocukların hepsi gelmişti.

Tahtanın önüne yarım ay şeklinde oturdular. Öğretmen buraya önceden yaprak resimleri çizmiş. Tamam dedim kendi kendime, demekki konu sonbahar. Herhalde genel kültür. Yaprak ve ağaçlar, yani geleneksel bir konu, ne de olsa eylül ayı bitmek üzere. Çocuklar, yazmış oldukları cümleleri okudular. Kimisi, mesela küçük Michelle, herhalde henüz yazamadığı için bir şeyler çizmişti. Acaba disleksiden mi rahatsız? Sonra kız ve erkek çocuklar, pencerenin önündeki kırmızı, mavi ve sarı renkli evrak raflarına giderek, birer kâğıt aldılar ve yerlerine oturdular. Herkes kendi başına çalışmaya başladı. Bazıları kendi aralarında fısıldaşıyordu. Öğretmen herhangi bir soru yöneltmiyor, köşedeki masasında oturuyordu.

Ne yani ders bitti mi şimdi? Ortalıkta koşuşturan yok, iteleyip kakalayan yok, hepsi sessizce ve konsantre olmuş biçimde çalışıyor. 8 yaşındaki, koyu renk saçları darmadağın olmuş Anika, sistemi bana şöyle anlattı: Kırmızı evrak raflarında Almanca ödevler varmış, mavilerde ise matematik ödevleri. Ödevini bitiren, sarı evrak rafından ekstra bir kâğıt alabiliyormuş ve mesela bulmaca çözebiliyormuş. Peki ama dersimiz genel kültür değil miydi? Anika, "Sonbahar konusunu hem Almanca, hem de matematik ve genel kültür dersinde işliyoruz" diye açıklıyor bana durumu. Ayrıca bana cuma gününe kadar yapması gereken ödevleri gösteren haftalık ders planını ve her hafta öğrendiklerini kaydettiği ders günlüğünü de gösteriyor. Mesela ödevlerinden biri, her sabah bir cümle yazmaktı. Michelle gibi okula yeni başlamış olan ve henüz yazmayı bilmeyenler ise, işte resimle ifade ediyorlar söylemek istediklerini. Anika, tüm bunları bana, yani hiç tanımadığı bir yetişkine, kendinden son derece emin bir dille anlatıyor.

Peki 8 yaşında neden daha birinci sınıfta?

Anika, gayet sabırlı bir biçimde bu soruyu da şöyle yanıtlıyor: "Çünkü üçüncü sınıftan itibaren yaşa göre ayrılıyoruz, o zamana kadar herkes beraberce ‚Dumbo‘larda ders görüyor, başlangıç sınıfına bizde bu isim veriliyor". Çocukların çoğu 2 yıl sonra üçüncü sınıfa geçiyormuş, bazıları ise 3 yıl sonra ve pek azı da sadece 1 yıl sonra. Anika, "Ama onlar daha okula başladıklarında zaten okuma-yazma bilenler ve hesap yapabilenler. Neden canları sıkılsın ki? Önemli olan neticede her çocuğun üçüncü sınıfa geçmesi, değil mi?" diyor. Bana da sadece baş sallayarak onaylamak kalıyor.

İlk kez "bireyselleştirilmiş" ders gördüm ve okulun günümüzde ne kadar farklı olabileceği gerçeğinden çok etkilendim

O gün bir de üçüncü sınıfta yüzler cetveliyle hesap yapmayı öğrendim, "koridorda okuma" ya kulak misafiri oldum ve müzik dersinde Smetana‘nın "Moldava" sında ırmağın en çoşkulu akan yerini hissettim. Akşam ise, okula yeni başlamış bir öğrenci kadar bitkin düşmüştüm. Ve okulun günümüzde ne kadar farklı olabileceği gerçeğinden çok etkilendim. İlk kez "bireyselleştirilmiş" ders gördüm.

Şurası kesin, çocuklar çoşkulu ve aktiflerdi. Peki ama bu metotla yeterince öğreniyorlar mıydı? Herhalde öyle. Çünkü çocukların üçte ikisi ileride Gymnasium‘a (liseye) veya Gesamtschule‘ ye (orta dereceli karma okul) geçiyorlar. Göçmen kökenli çocukların oranının yüzde 80‘in üzerinde olduğu bir okulda bu olağan görülemez.

Dortmund‘taki ziyaretimden sonra daha çok sayıda mükemmel okulla tanıştım.

Her birinin, kendi kurallarına sahip birer küçük evren olduğunu gördüm; adeta hepsinin kendi biyografileri vardı. Ama bir şablon saptayabilmiştim:

1.)

Öğretmenlerin sadece sınıfa özgü bir ders planı değil, her çocuğa özgü ders planı var.

2.)

Öğrencilerin serbest çalışma için düzenli olarak zamanı var.

3.)

Karşılıklı olarak birbirlerine yardım ediyorlar ve böylece birer yardımcı öğretmen haline geliyorlar.

4.)

Öğretmenler, öğrencileriyle kişisel bağ kuruyorlar. Çünkü bu olmadan öğrenme gerçekleşemiyor.

Yakındaki ilkokul da artık proje haftaları, ünite öğrenimi ve ders planlarıyla çalışmakta. Ama yine de anne-babaların pek çoğu, tıpkı başlangıçta benim gibi, çocuklarının bu metotta zorlandığından ve yeterince öğrenemediğinden endişe duymakta. Klasik okul sistemine alışkın olduklarından, şöyle düşünüyorlar: seçim çocuklara bırakıldığında, ellerinden en iyi gelen ne ise onu yaparlar, resim üstüne resim çizerler ve matematik ödevlerini yapmakta zorlanırlar. Ama yanılıyorlar. Çocuklar, dünyayı merak ettiklerinden dolayı, okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı öğrenmek istiyorlar. Derslerde bunu sürekli gözlemledim.

Kimi anne-babalar ise, çocuklarının çalışmalarını ve zamanlarını kendilerinin planlayamayacağını düşünüyorlar ve "Onlar, ne zaman ne yapmaları gerektiğini bilemezler" görüşündeler. Kuşku duyanları da buradan yatıştırmak istiyorum: Tam tersine, bunu yapabiliyorlar! Gençler de. Ayrıca bu bir karakter meselesi de değil. Tam tersine iyi öğretmenler, her çocuğa sistematik olarak öğrenmeyi öğretebilmekte ve öğrencilerin her branşı aynı oranda ele almalarına dikkat etmekteler.

Bunun için ise, derse özenle hazırlanmaları gerekiyor. Bir kaç ödev kâğıdı dağıtarak öğrencileri kendileriyle başbaşa bırakmak yerine, her öğrenci için bir ders planı hazırlamak zorundalar. İlk bakışta az gibi görünen bu iş, daha yakından bakıldığında, karmaşık bir orkestra parçasını öğrenmek kadar zahmetli; bunda öğretmenin orkestra şefi olduğu ve hiç bir orkestra üyesinin sıra ona geldiğinde enstrümanını çalmayı kaçırmamasına dikkat ettiği söylenebilir. Bu, kesinlikle koruyucu pedagoji veya "bırakın yapsın" yaklaşımı değil.

Münster‘de Wartburg İlkokulu‘ndaki bir veli toplantısında, ki bu okul, Dortmund‘taki Kleine Kielstraße İlkokulu‘nunkine çok benzer bir konsepte sahip, bir çocuğun ba-bası şunları söyledi: "Her şey iyi güzel de, oğlum ileride klasik liseye gidecek olduğunda, sistemi daha baştan öğrenmesi daha iyi değil mi?" Gerçi dile getirmedi ama söylemek istediği aslında şuydu: oğlum daha başından sıkı çalış-maya ve tâlim etmeye alışsa daha iyi değil mi? Hayır değil. Çünkü çocuklara bu metotta bağımsız olabilmeleri öğretiliyor, öğrenirken sorumluluk üstleniyorlar. Güçleniyor ve bilinçleniyorlar. Daha ilkokul öğrencileri, son derece kendinden emin sunum yapıyorlar. Biz ise bunu zar zor ancak ortaokul ve lisede yapabiliyorduk. Bu, orta dereceli okullarda da işlerine yarıyor.

Maalesef iyi derecede bireyselleştirilmiş ders, henüz her okulda standart haline gelmedi. Daha da önemlisi, anne-babaların bu ders şeklini başından reddetmemeleri, bilakis, bunun en iyi şekilde yapılmasını talep etmeleri. Ayrıca, bunu kavramaları. Çünkü çok daha fazla okul, Kleine Kielstraße İlkokulu‘nu örnek alabilir. Ama sıkça, çocuklarını klasik dershanelere göndermeyi tercih eden anne-babalar tarafından frenlenmekteler.

Öte yandan, Kleine Kielstraße İlkokulu‘nda, bu okuldaki açıklığın ve şeffaflığın güzel bir simgesi olarak, tüm ders boyunca sınıfın kapısı açıktı.

Dersleri çok iyi ve pek iyi olmayan çocukların birarada ve birbirlerinden ne kadar güzel biçimde öğrendiklerini ise, Göttingen‘deki bir Gesamtschule‘de (orta dereceli karma okul) yaşadım. Georg-Christoph-Lichtenberg-Gesamtschule‘de öğretmenler, basit ama dahiyâne bir fikir geliştirmişler: Öğrenciler, altışar gruplar halinde öğreniyorlar. Derste çok iyi olan bir öğrenci, dersleri o kadar iyi olmayan bir öğrencinin yanına oturuyor, yani Gymnasium (lise) öğrencisi, Hauptschule (orta dereceli okul) öğrencisinin yanına. Ödevlerde herkes, kolay ve zor ödev arasında seçim yapma imkânına sahip. Ama grup, ancak gruptaki herkes bu ödevi anlamış olduğunda işi bitirmiş oluyor. Ve bu yöntem işliyor.

9. sınıf öğrencisi Gretje bana, "Sürekli bölünüp soru yöneltilmesi bazen insanı sinir ediyor" derken, yine de grup içinde çalışmaktan hoşlandığını belirterek, "Çünkü sürekli bir şeyler açıkladığımda bunun bana da faydası oluyor" diyor. 5. sınıf ile 10.sınıf arası öğrencilerden oluşan 30 öğrencinin hepsi bir kez aynı grupta birarada çalışacak şekilde, her altı ayda bir oturma düzeni değiştiriliyor. Öğretmenler, hiç bir öğrencinin grup içerisinde kenara çekilemeyeceğinin garantisini veriyor. Öğrenciler elele verdiklerinde güçlü oluyorlar: IGS mezunları Aşağı Saksonya‘nın en iyileri arasında yer almakta. Oysa bunların dörtte biri, 5. sınıfta Hauptschule veya Realschule (orta dereceli okullar) tavsiyesi ile buraya gelmiş.

Münih‘teki Anne-Frank-Realschule‘de başka bir yardımcı sistemi gözlemledim: Kız öğrenciler, "öğrenme ofisinde" çalışırken içinden çıkamadıkları bir durum olduğunda, öğretmene sormak yerine bir başka kız öğrenciye danışıyorlar. Bu iki kız öğrenci, konuyu aralarında konuşmak üzere odadan çıkarak başka bir yerde bir masanın başına oturup, bir süreliğine kendi öğrenme gruplarını oluşturuyorlar.

Taraf değiştirerek, uzun bir süre tüm derslerin bireyselleştirilmesinden yana oldum. Her saat. Ama sonra bir lisede, klasik tarzda öğretmenin öne çıktığı klasik ders ortamının da önemli olduğunu gördüm. Mesela yeni konular öğrenilecekse. İlk ziyaret ettiğim Kleine Kielstraße İlkokulu‘nda da böyle dönemler oluyor: Böyle zamanlarda çocuklar sıralarda arka arkaya değil, bayan öğretmenleri Julia Herdramm‘ın etrafında çember oluşturacak şekilde oturuyorlar. Ders metotlarının akıllıca değiştirilmesi, dersi de daha hareketli hale getiriyor.

Dersi hareketli yapan, metotların akıllıca değiştirilmesi

Edindiğim tecrübeye göre, derslerde yeni yol arayışına girenler, genelde ilkokullar ve Gesamtschule adı verilen orta dereceli karma okullar idi. Tâ ki, Gymnasium der Evangelischen Schule Neuruppin adlı liseye gidinceye kadar. Burada da öğretmenler ekip halinde çalışıyorlar, mesela sanat bilgisi ve matematik öğretmenleri derse beraber giriyorlar, 7. sınıf öğrencilerine metin ödevleri için karikatür çizdiriyorlar ve böylelikle yüzdelik hesaplamaya yönelik alıştırma yaptırıyorlar. Eğitimden anlayan annebabaların buna burun kıvıracaklarını ve bunun tam bir zaman kaybı olduğunu düşüneceklerini biliyorum. 7. sınıf öğrencisi Nathalie, dersten sonra bana, bu metodun neden bu kadar iyi işlediğini şöyle açıklıyor: "Ödevleri gerçekten anlamış olmak gerek, yoksa hakkında resim yapılamaz." Matematik dersinde de roller değişiyor.

Benim zamanımda da böyle bir şey olsaydı hoşuma giderdi mutlaka. Sadece sanatı ve tiyatroyu matematikten daha çok sevdiğim için değil, bilakis, anlatılan şeylerin kafaya girmesi için onların kelime olarak anlamını kavramak gerektiğinden.

Yeni öğrenilecek şey, mevcut bilgiyle birleşebilmek zorunda. Eskiden matematik öğretmenimi şu soruyla sinir ediyordum: "Buna ne zaman ihtiyacım olacak? Nerede karşıma çıkacak?" Neuruppin‘deki Evangelisches Gymnasium adlı lisede öğrenciler, matematiği görebiliyorlar.

Ve burada bir şey daha gözlemledim ki, o da öğretmen ile öğrenciler arasında iyi bir ilişkinin öğrenme açısından ne derece önemli olduğu. Pedagoglar son derece dikkatli ve işin peşini bırakmıyorlar. İngilizce‘de dâhi olduğu hiç de söylenemeyecek bir öğrenci, cesurca tartışmalara katılabiliyordu. Çünkü öğretmeni onun gösterdiği angajmanı takdir ediyor ve verimini sınıftaki diğerleriyle kıyaslamıyordu. Öğrenci ise, bunu son derece âdil buluyordu. Okul Müdiresi Anke Bachmann öğrencileri için bizzat angaje oluyor. 19 yaşındaki Johanna, lise diploması almasına kısa bir süre kala her şeyden vazgeçmek üzereydi. Bachmann hanım ise onu arkadaşlarıyla kaldığı evde bizzat ziyaret ederek bir kahvesini içti ve şu sözlerle onu ikna etmeyi başardı: "Johanna, sen önemlisin ve bunu başaracağını biliyorum. Lütfen dene bir!" Johanna bunu bana anlattığında, tüylerim diken diken oldu. Ve o bir kaç hafta sonra mezuniyet kutlamasında lise diplomasını ve de okul müdiresinden bir adet gülü alırken, ben de oradaydım.

Böyle bir okulu ve böyle öğretmenleri hangi anne-baba istemez ki? Ama aynı zamanda da fazla sevecen bir ortamda çocuklarının hiç bir öğrenmeyeceğinden ödleri kopuyor. Bu yanlış ve tipik bir Alman düşüncesi. Çünkü bu, okulun her zaman eğlenceli olduğu ve lise diplomasının herkese hediye edildiği anlamına hiç gelmiyor.

Beni özellikle Allgäu‘da bulunan ve sıkça hasta çocukları bir kaç haftalığına konuk eden bir klinik okul düşünmeye sevketti: Oberjoch‘taki Sophie-Scholl-Schule adlı okul. Çocuklar ve gençler, bu okulda bu kısa sürede büyük ilerleme kaydediyorlar. Pek çoğu, eve döndükten sonra derslerinde çok daha başarılı oluyorlar. Eğer tüm okul türlerini, hem de öğrenciler tüm ülke çapından geldiğinden 16 farklı eğitim sistemini bünyesinde barındıran bir okul, tüm öğrencileri aynı derecede iyi teşvik edebiliyorsa, bireyselleştirilmiş derse karşı hangi argüman öne sürülebilir? Ve de bir okul, çocukları ve gençleri sıkça görüldüğü üzere hasta etmek yerine tam tersine iyileştirebiliyor ise, bundan daha güzel ne olabilir? Peki neden tüm okullar, dağdaki bu okul gibi ders vermiyor?

PRODUKTE & TIPPS